RSS

Iyi Seneler

Evimden uzakta, hatta dolu midemi yerinden kaldıramadığımdan koltuğumdan uzakta ilk yılbaşım... Bakalım bu gavurlar nasıl kutluyorlarmış :)))

Hepinizin yeni yılı kutlu olsun..

Pasaport uzatmak

Günün asıl anlam ve de öneminden bahsetmeden bugünki yazı dizimizi sonlandırmak olmaz diye düşündüm. Memlekette şu an itibariyle 466.70 YTL olan 5 yıllık pasaport harcını burda 62€ ile kurtarmak mümkün.

Güçlü kadar azimli bir insan olmayan yurdum insanı (burda o ben oluyorum), memlekete ayak basar basmaz değil, yılbaşından sonra zam geleceğini de bildiğinden son dakka golü olarak bu işi de halletmeye karar verir. Gelelim görelim ki işlem çok basit olsa da memuru ikna etmek biraz vakit almaktadır.

Malzemeler
Pasaport, oturma izni, TC Nüfus Cüzdanı ve biraz yalan

Hazırlanışı
D: Selam, ben pasaportu uzatmak istiyorum
M: (Bakar) E, bu ağustosa kadar geçerli zaten
D: Biliyorum da bir seneden az geçerli olunca kimse vize vermiyor
M: Iyi de sizin oturma izniniz de şubata kadar geçerli. Daha ne kadar burdasınız?
D: Valla uzatmak için başvurdum, bekliyoruz..
M: E, bir senelik uzatayım ben o zaman da, yazık günah sayfa israfı
D: Iyi de ben 5 senelik istiyorum zaten.
M: Onu veremeyiz, oturma izniniz o kadar yok.
D: Nasıl ya, istediğim kadar uzatamıyor muyum?
M: Türkiyede olsanız uzatırsınız da burda işler öyle yürümüyor..

Buyur burdan yak diye düşünürken, birlikte gittiğim arkadaşın işlemi bitmişti, bakalım o ne yapmış diye sormaya karar verdim. "Kızım ya bir seneden fazla uzatmayız diyo bunlar, sen ne kadar aldın?", arkadaş der ki "3 senelik verdiler valla"... Kendi veznesine geri dönen kahramanımız

D: Arkadaşa 3 yıllık vermişler?!? aynı durumdayız, nasıl iş bu?
M: Orda öyle, burda böyle olacak iş değil bu ben kuralı söylüyorum, ama illa 5 senelik istiyorsanız veriyim 5 senelik.
D: E, lütfen!
M: Ben sizi düşündüğümden demiştim, pasaportlar değişcek zaten
D: Olsuun, aynı süreyle yeni defter alabiliyoruz ki, hem o değişene kadaar
M: (5 sene sonrasının tarihini ve harç ücretini bir kağıda yazar) Buyrun sizi kasaya alalım
D: Teşekkürler

Ondan sonrası pasaportu ve parayı kasaya vermek ve "şimdi gidin, 2 saat sonra gelin bi sorun belki çıkmştır" yerine pasaportun yandaki daktiloya uzatılması ve 2dk içinde geri alınması. Mutluyum ve de gururluyum :)

Candan - Le Marché du Monde

Yılbaşından önce ne yapıp ne etmeli pasaportu uzatmalı diye Brüksele inmişken birinci Türk market çıkartmamızı da gerçekleştirmeye karar verip yollara düştük. Elimizdeki sokak adları yazmayan muhteşem haritaya rağmen Türk mahallesinde kaybola kaybola da olsa yolumuzu kendi dilimizde sormanın verdiği rahatlıkla sonunda markete ulaşmayı başardık. Arada hacı amcanın teki "elinizde harita da var, bulamadınız mı?" diyince "hah, memleket özlemini de giderdik" diye bir içimizden geçirdik.



"Aç karnına markete gitmemek lazım" isimli çalışmamızı fotoğrafta görmektesiniz. Anlayacağınız üzere bizim köyde olmayan ne varsa çantanın aldığı kadarını doldurdum :))) Hala aklımda kalanlar da yok değil ama sağlık olsun...

Cryptonomicon'dan

Sanırsam Dale'den alalı nerdeyse 6 ay olan, tembelliğimden yeni okumaya başladığım ve ingilizce okumadaki muhteşem yavaşlığım yüzünden dönmeden bitirip bitiremeyeceğimi merak ettiğim güzide kitaptan bir alıntı:

"I am aware that the men are in the habit of looking at whatever women happen to be nearby, in the hopes of deriving enjoyment from their physical beauty, their hair, makeup, fragrance and clothing. I will ignore this, politely and patiently, until you get over it..."

Experiment No: xxx

Sanırsam adımı yüzyılın çatlağı olarak tarihe altın harflerle yazdıracağım zaman sonunda geldi çattı =)

Bugünkü et alma hakkımı sebzelerin yanına katarım diye kıymadan yana kullandım. Eve gelince de bu şimdi dayanmaz diyip hemencecik mikrodalga da kavurdum. Inanmazsınız diye de bir güzel fotosunu çektim:



"Eee, bu parçalar büyük kalmış" diyenlere kafa atacağımı belirterek (son günlerde bir vahşiletim mi ne?) diğer tespitlerime geçiyorum.

1 - Sanırsam bu adamlar kıymayı hazır baharatlı satıyolar çünkü tadı inanılmaz güzel. Iki mıncır, otur köfte diye pişir hatta öyle diyim. (Uygun zamanda müdahale etmesem kocaman bir köftem olabilirdi başka bir deyişle) Diğer olasılık da hayvanları neyle besliyorlarsa buram buram baharat kokmaları ama ben birincisini tercih etcem sanırsam.

2 - Şimdiye kadar pişirdiğim diğer bütün etler çekip minnacık kalırken (tamam gene abarttım biraz) kıymam hacminden hiç bir şey kaybetmedi. Belki normal bir süreçtir ama yıllardır sadece afiyetle midesine indiren bir insan olarak kesinlikle dikkat etmediğimi ben bir hatırlatıyım da noolur noolmaz.

Müslümanlık nedir ne değildir?

Geçen gün komşumu mutfakta tanımadığım iki adamla dini bir şeyler konuşurken bastım. Bizimki sanki iş görüşmesindeymiş gibi sus pus oturuyor, diğerleriyse işte "neye inanırsın", "sence ölümden sonra noolcak", kilise milise bir şeyler soruyolar. Konuyu nereye varacak diye kahvemi oyalanarak almama rağmen sadede varamadan arkadaşlara iyi günler dileyip, rahatsız ettiğim için özür dileyip odama çıktım.

Çıkmasına çıktım ama bir yandan da lan kilise de işe mi gircek, bir iki kere pazar ayinine gittiydi, allah allah ev adresini alıp bir de ziyarete mi geliyolar diye garip soru işaretleriyle oturuyorum. Adi yukarı geldikten sonra msn deki konuşmadan aklımda kalanları aktarıyım.

- Hayırdır abi, nooluyor?
+ Nasıl nooluyor?
- Ne biliyim, öyle sus pus oturuyodun, çocuklar sorguya çekiyor gibiydi. Ben geldim diye mi öyle ezildin?
+ Evet, sen geldin diye
- Pardon
+ Yok, dalga geçiyorum. Konuşuyoduk işte. Kitaplarını almak istedim de
- (Saf saf) incili mi?
+ Yok, prophet lerini..
- Hmmm.. öyle mülakatla sattıklarına göre içinde büyük sırlar olsa gerek (Bir yandan da o ne ola ki diye düşünüyorum)
+ Ne sırrı
- Ne bileyim, okuyup sen öğrencen. Her şeyi benden bekleme

Tamam şimdi biraz dalga geçtiğimi kabul ediyorum ama bu günlük hayatta her gün karşılaşılan ya da bana göre mantıklı olan bir durum da değil. Neyse dün akşam otururken bunu Deniz'e anlattıktan sonra burdaki dinlerle ilgili anektodlara bir daldık. Belçikalıların manyak olanlarını geçip başlığımıza geri dönüyorum.

Efendim IMEC te çalışan Pakistanlının teki müslümanmış, oruç falan tuttuğunu bildiğinden bir gün kızımız "Iyi bayramlar" demiş. Eleman "Yok daha bizde bayram olmadı" diye cevap vermiş. Tabi deniz dumur bir şekilde:

- Nasıl ya, Mekkeden bunu bize söylemiyorlar mı, zaten ayın konumuna göre karar vermiyor muyuz?
+ Yok bizde bilginler toplanıp karar veriyor, hava bulutluymuş, ayı göremedikleri için bekliyoruz
- Sizin orda uydunuz yok galiba, astronomi diye bir şeyin varlığından da haberdar değilsiniz sanırsam..

Bu olayın başka bir versiyonu daha var. Ramazanın ilk günü, gene deniz sorar:

- Eee ramazan da geldi, oruç tutuyo musun?
+ Evet, ben 3 gün önce başladım.
- Iyi de ilk gün bugün, acelen neydi
+ Valla bizim bilginler öyle karar verdi

Tek kafasında tahtası eksik, kulaktan dolma bilgileri hiç sorgulamadan, araştırıp öğrenmeden kabul eden, hala 1300 sene önceki şartlara uygun yaşamaya çalışan tiplerin güzel memleketimde olduğuna inanan bir insan olarak bu hikayeyi duyunca güleyim mi oturup bir sevineyim mi bilemedim.

Dünyada insan sayısı kadar tarikat vardır. Laf doğru mu ne hakkaten?

Aachen

Cumartesi günü Christmas Market'i görmek üzere Deniz'ler ve IMEC ten bir kaç insanla birlikte Aachen'a gittik. Benim yola çıkmadan önce bilmediğim ufak bir ayrıntı ise bu güzide şehrimizin Almanya'da olduğuydu. "Iyi de kimse bana demedi ki, pasaportumu almadım ben yanıma" :)) Neyse sınır diye bir şey olmaması hakkaten güzel bir şey. Gün boyunca bana en komik ve ilginç gelen nokta ise yola çıktıktan yarım saat sonra "Hollanda'ya hoşgeldiniz", ondan 20dk sonra da "Almanya'ya hoşgeldiniz yazmasıydı. Şöyle bir an gaza gelip, kassak bir günde kaç ülke gezebiliriz acaba diye düşünmedim değil.

Bu market dedikleri, şehir meydanına kurulmuş ahşap kulübeciklerde hediyelik eşya, yiyecek içecek ve sıcak şarap satılmasından ibaret. Aralar hınca hınç dolu olduğundan kağnı hızıyla ilerliyorsunuz falan filan. Şehrin başka bir tarafını gezmediğimden yorum yapamıyorum ama tek diyeceğim bu almanların yaş ortalaması baya yüksek, kendini huzur evinde hissetmemek elde değil korkarım.

Paris Revisited

Aylardır beklenen an sonunda geldi de geçti.. Bu avrupa ırkının aylar öncesinden organizasyon yapması nedeniyle yanlış bildiğimden bir ay öncede aynı heycanı yaşamış, 2 gün önceden öğrenip yalnış zamanda gitmekten son anda da olsa yırtmıştım. Olay şöyle gelişir.

(Alev'e)
- Geldin mi İngiltere'ye nasıl gidiyor? Bir de biz kimde kalcaz?
+ Yoo... 13 ünde uçuyorum (Dialog esnasında ayın 15'i)
- Ha, bi dahaki ay yani. Iyi ki bilet almamışım..

Bilmeyenler için beni İsveç'e sokmak için elinden geleni yapmış, evlerinde ağırlamış ailemizin babasının doğumgünüydü. Bu sene değişiklik yapıp Paris'te kutlamaya karar verip, onlarla birlikte kalan insanların bir kısmını da doğum günü partisine çağırdılar. Özetle küçük çaplı bir CS meeting'i de denebilir.

Toplamda 4 gün Paris'te olsam da sevgili metro çalışanlarının grev yapma kararı nedeniyle bu gün sayısı nerdeyse 2 ye indi. Neymiş efendim eskiden (taa trenlerin kömürle çalıştığı zamanlarda) zor meslek olarak görüldüğünden bunlara bir takım ayrıcalıklar verilmiş (ie. erken emeklilik) ama artık teknoloji geliştiğinden hükümet bunu değiştirmek istiyor. Bunlar da hala işlerinin çok zor olduğunu iddia edip haklarından vaz geçmek istemiyorlar ve belli zamanlarda hayatı felç ediyolar. Ray da gitmenin nesi zorsa, alet kendi kendine bile yapabiliyor!!!

İlk gün 2 civarı Paris'e varmamarağmen Marie'nin evine ulaşmam nerdeyse 5 i buldu (normal şartlarda en fazla 1 saat sürerdi, o bile fazla), benle aynı gün gelen Larslarsa hava alanı trenlerinin hic birinin çalışmaması sonucu otobüs ve trafik sıkışıklığı ile 7 civarı ulaşmayı başardılar. Biraz birlikte oturduktan sonra -bir gözüm görmüş diğer gözüm gormemişken- Marie scooterla beni kalcağım yere bıraktı, yoksa al sana en az 2 saat daha yol. Arabalar beklerken aradan motosiklet ile süzülmeye bayılıyorum :))) [Ankara metro çalışmaları sırasında ODTU den kızılaya 10dk da inmeyi başardığım o güzel günü hiç unutamam, otostopa motor durması dumur hakkaten ama]

İkinci gün öğlen civarı ben Yann'larla (ben isveçteyken onlar da Larsları surf ediyordu) Gare Saint Lazarre civarında buluştum, sonra yavaş yavaş Concorde tarafına yürüyüp kalanları ordan topladık. Jardin des Tulleries den Louvre bir yolculuk, ordan Seine kıyısına geçiş, bir kafede atıştırma ve sıcak çikolata, Notre Dame, Institut du Monde Arabe çatışından kuş bakışı Paris, sonra ara sokaklarda kaybolarak lokantaya yolculuk... Kalanlarla da orda buluştuk, Marie scooterıyla Alev'i de kapıp geldi. Bu arada belirtiyorum sonunda protakallı olmasa da ördek yemeyi başardım :)))

Pazar günü Yannlarda öğlen yemeği, menüde de Raclette vardı. İlk başta Alev'le biz hiç gitmesek, zaten az vaktimiz var şehri dolaşsak diye düşünüyorduk ama sonra "aman canım nasıl olsa ikimiz de daha önce yeterince gördük, hadi milletle zaman geçirelim" diye karar verdik. Havanın o gün deli gibi soğuk olmasına dayanarak diyorum ki doğru kararı vermişiz. Yann'lar şehre 15-20 dk uzaklıkta suburb de yaşıyolar, tabi banliyöyü kaçırınca bu yol 1.5 saat de sürebiliyor. Tonla erimiş peynir ve patates yedim sanırsam, ama güzeldi, benim tost makinesinde peynir eritip yemem yadırganırken bunun nerdeyse milli yemek olması ilginç tabi ama...

Yemek, pasta, şampanya derken partimizi bitirip hep birlikte Paris'e dönüp galeries lafayette ve opera civarını şöyle bir turladıktan sonra insanlarla vedalaştık. Herkes evine dönerken biz iki manyak "erken biraz daha gezinelim" diyip nehir kıyısına inmeye ve gece fotoğrafları çekmeye karar verdik. Tabi yol ortasında başlayan yağmuru hesaba katmamış olsak gerek ki, nehre yaklaştığımızda kendisi dağnağın allahına çevrilmişti, 2-3 foto çekip kendimizi bir italyan restoranına atıverdik. Sanki az önce yemekten kalkmamış gibi oturup utanmadan üstüne pizzamızı da yedik :)

Alev'e söz verdiğim kısma gelirsek, günün son ve de beşinci tatlısını da üstüne yedik. Kahvaltıda ben pain au chocolade, alev pain au apricot, üstüne bu kesmedi diyip brioche ve feuillette, doğum günü keki ve son olarak canole (aha bunu attım, alev bir el at). Göbeğimin son durumu hakkında ufak bir bilgi verebildiysem ne mutlu bana :)

Pazartesi ve son günümüz ise Brioche Dore de kahvaltı, Champs Élysées de yürüyüş, mağazalara dalış, alışveriş ve bir kahve ve tatlı molası ile bitti. 1 civarı gereksiz bir şekilde 4 ve 5 teki geri dönüş vasıtalarımız yakalayabilmek için şehirle vedalastık. Sonuç olarak grev zamanı bir daha Paris'e gitmek mi? Asla!!..

Fountainebleau

Gene her zamanki gibi oldukça geriden geliyorum. 2 hafta önce bouldering yapmak için LUAK tan 30 kişi civarı bir grupla yola çıktık. Buranın adetleri biraz garip ama, bizde etkinlik olunca haftalar öncesinden ortalık birbirine katılarak otobüs ayarlanır, kimin kimle kalcağı çoktan bellidir falan. Bir gün öncesine kadar benim gidip gitmeyeceğimin belli olmamasının nedeni ise kimin naapcağının belli olmaması. Haftalık perşembe içmesine gidip arabası olanların birine yamanmak ve malzeme ayarlamak şeklinde gelişiyor olay.

Hans sağolsun, (Geldim geleli benle 1-2 cümleden fazla konuşan bir belçikalı olarak kendisini seviyoruz) daha ben sormadan arababada yer var dert etme dedi. Uyku tulumumu ve matı ayarladı, üstüne bir de çadırında yer verdi, insan daha ne ister. Hakkaten niye bilmiyorum ama çadır hayatının odamdan daha rahat olduğunu düşündüm. North Face'i ve tabi ki -30luk uyku tulumumu burda saygıyla anıyorum.

Fountainebleau Paris e 50km, burdan da arabayla 3 saat uzaklıkta bir kasabacık. Gece çadırda, gündüz de kayalarda olduğumuzdan kahvaltı dışında pek görme şansım olmadı ama kruvasanları kesinlikle muhteşem. Geçen hafta sonu pariste denemediğimiz türü kalmamasına rağmen öylesini bulamadım. Ona da ayrıca gelecem Alev'in isteği üzerine :)



Onun dışında boulder yapılan yer kocaman bir parkın içinde yer alıyor, sonbaharın renkleri ve dökülmüş yapraklarla ayrı bir güzeldi. Ama kum taşımıdır her ne haltsa sinir oldum; deli gibi kayıyor, zaten tutacak ve basacak yerlerin çoğu bozuk para genişliğinde stres yaratıyor insan.

Ikide bir makineyi çıkarıp kaldırmaya üşendiğimden doğru düzgün foto çekmedim denebilir. Olanlar bu kadar idare edin..



Çifte kavrulmuş

Geleneksel doğumgünü kutlamalarımız koca senede başka gün kalmamış gibi aynı anda doğan Süheyla ve Engin için devam ediyor.. Iyi ki doğdunuz canlarım benim :) Güzel güzel eğlenin bakayım!

Gent

Bu haftasonu long weekend akımına kendimi kaptırmış olsam gerek ki (leyleği havada gördüm de diyebiliriz) kendimi bir kez daha yollara atarak Gent'e gitmeye karar verdim. Iyi ki de öyle yapmışım zira kanımca Belçika'nın en güzel şehirlerinden biri. Aynı zamanda hem küçük, hem büyük; hem mistik hem şirin ve bir sürü kilise vs barındıran bir yer...

Eski şehir merkezi mutlaka görülmeli!.. Gündüz bir güzel akşam başka bir güzel, hangi fotoları koyacağıma karar veremeyip aynı yerin farklı saatlerde 50 tane fotosunu koydum ben de o yüzden flickr a :) Ayrıca 6 ay sonra sonunda gece makineyi kullanmayı başarabildiğime inanıyorum, mutluyum huzurluyum. (kapkara fotolara elveda)

Nehir kenarında süper kokan bir grillci vardı, bir daha mutlaka birileriyle gidip oraya oturmak ve içkimi yudumlamak da şart.

Antwerp


1 Kasım burda All Saints' Day, yani bütün azizlerin günü, olarak kutlanıyor. Dolayısıyla bütün dükkanlar ve iş yerleri kapalı. Günü Leuven de geçirmek anlamsız diye karar düşünüp salı günü CS toplantısında tanıştığım Arjantin'li arkadaşla Antwerp'i gezelim diye kararlaştırıp, parti sonrası uyanabildiğimiz kadar erken kalkıp yollara düştük.

Daha öncede konser ve decathlon bahanesiyle gittimdi ama şehri hiç gezmedimdi, o yüzden şimdi biraz introduction: Antwerp Belçikanın kuzeyinde, Hollanda sınırına yakın burdan ise 1 saat uzaklıkta bize göre küçük ama Belçika standartlarında büyük bir şehir. Aynı zamanda elmascılıkla ünlü ve Avrupa'nın 2. büyük limanı olduğu rivayet ediliyor. Pek çok café, restoran ve kılık kıyafet dükkanı ve vızır vızır giden tramvayları da var.

Yolculuk sırasında ikimizin de yadırgadığı bir şey oldu ve karşımızda oturan Belçikalı oğlan bizimle yol boyunca muhabbet etti. Şimdi bunda ne var diyorsanız bu mesafeli ırkın kendilerine bir şey sorulunca gayet kibar bir şekilde cevap vermek haricinde durup dururken yabancılarla sosyalleştiği hiç görülmemiştir. Şehre varınca merkez şu tarafta diye gösterip, kendi de aynı tarafa gittiği halde bizi yalnız bıraktı o ayrı :)

Günü saatlerce sokaklarda dolaşarak ve muhabbet ederek geçirdik. Şehri genel olarak beğendim, tatil gününde bile hayat vardı, ve kesinlikle muhteşem bir tren istasyonu var..

Bu arada gün boyunca öğrendiklerime dayanarak diyebilirim ki Arjantinle Türkiye sanırım kardeşler, iki ülke arasında gerek yaşam standartları ve şekli, gerekse çalışma hayatı, sosyal imkanlar olsun inanılmaz benzerlikler var. Ya burda böyle böyle ama bizim oralarda başlayan her cümle, "ahaa bizde de öyle valla" diye bitti nerdeyse. Ne güzel bir gün gidersek yabancılık çekmeyeceğiz :p

Iyi ki doğdun Evreen...


Geleneksel doğumgünü kutlamalarımızı yarışmaya Moskovadan katılan arkadaşımızla devam ediyoruz.. Bir uyanayım arayıp diye düşünüp koşturmacada unuttuğum, üstüne 2 gün geçtiği halde numarayı yanıma almayı akıl edemediğimden dolayı hala aramadığım için de özür diliyorum :(

Ps: Cezam neyse çekmeye razıyım.

Halloween

Yıllardır biz niye kutlamıyoruz, abuk sabuk kıyfatlerle sokakta dolaşıp şeker toplamak eğlenceli olsa gerek diye düşündüğüm bir atraksiyondu ama sanırsam ruhu bir tek Amerika'da yakalanıyor (Onu da Güçlü ye sormak lazım tabi polonyalılara bakmaktan başka bir şeye bakabildiyse). Makine elimde ilginç bir şey bulur da çekerim diye düşündüysem de sokaklarda ne gezinen çocuklar ne de süslemeler vardı; akşamsa nerdeyse her barın, grubun, vs.. nin düzenlediği partiler vardı. Ama benim de dahil olduğum büyük bir çoğunluk giyinmemişti.


Benim komşu ve birkaç arkadasıyla birlikte Pangea'nınkine gittim. Gecenin en ilginç kısmı hayatımda dinlemediğim kadar Mustafa Sandal, Tarkan ve Sertab Erener mix i dinlemiş olmam herhalde. Arada ankara havası ve sirtaki bile çaldı, halay çekme çabalarımızsa yeteneksiz arkadaşlar tarafından baltalandı. Bir de bu gavurlar Goran Bregoviç bilmiyolar yaa, emir Kustirica dan yola çıkıp anlatıyım dedim onu da beceremedim.. Neyse efendim bu ilginç müzik potporisinin mimarı dj arkadaşın Bosnalı olmasıymış -dayanamadım sordum naapıyım-

For whom the bell tolls?

Salı akşamı couchsurfing den elemanlarla birlikte günlük konseri dinlemek üzere Carillon Tower daydık. Biraz bilgi vermek gerekirse:

Carillion genelde kilise kulesinde olan, bir sürü değişik ebatta çandan, bunlara bağlı tellerden ve tellerin bağlandigi piyanoyu andıran bir aletten oluşan bir müzik aleti... Bizim gittiğimiz kule ise üniversitenin ana kütüphanesinin ortasında yer almakta. Asıl kütüphane 1. dünya savaşı sırasında almanlar tarafından bombalanıp yıkılınca bu bina daha sonra Amerikalılar tarafından baştan yapılıp hediye edilmiş. O yüzden kulenin üstündeki saatlerde rakamlar yerine 48 tane amerikan eyaletini simgeleyen yıldızlar var. (gereksiz bilgi ama her gezdiren bunu anlatıyor) Sonra ablanın teki insanlardan para toplayıp restore ettirmiş falan filan...

Neyse her akşam 7-8 arası bu kulede klasik ve pop parçalarından oluşan bir konser veriliyor. (sanatçının canı o gün ne çalmak isterse, belli bir liste yok zira) Konser demişken gidip oturup seyretmek zorunda değilsiniz tabi ama çanların sesi şehir içinden duyulabiliyor.

Sizi şimdi videolarla başbaşa bırakıyorum.

Strangers in the Night



Hijo de la Luna

Canım last.fm

Son bir senedir, hatta belki daha uzun bir süredir dinlediğim ve kendisine ilettiğim bütün şarkıların sonunda bir işe yarıyacağını biliyordum! Gerçi daha öncede bilmediğim sanatçılarla tanışmamı ve güzel radyo istasyonları dinlememi sağlamışlığı var şimdi hakkını yemeyelim ve konumuza dönelim...

Bugün last.fm e bir şeyler bakmaya girmişken login ekranıyla karşılaştım (her yere genelde beni hatırla kardeşim dediğimden genelde çok sık başıma gelen bir şey değildir). Neyse, kendisini benim nerde olduğumun bilincinde ve müzik zevkime uygun yaklaşan konserlerden haberdar ederken buldum. Bu listede özellikle official webpage lerine baktığım ve en ufak bir konser programı bulamadıklarımın da olması ayrı bir mutluluk verici tabi :)) Bu gazla komşu ülkeleri de söyle bir turlayıp neler var neler yok yokladım ve ajandama yazdım tabi. Şimdi organize olup unutmadan kaç tanesine gidebileceğimi merak etmekteyim.

Ev sahibinden inciler

Cimrilikle tasarruf arasındaki ince çizgiden belçikalıların haberi olmadığına her geçen gün daha da inanıyorum sanırsam. Geçen gün mutfakta otururken çekik arkadaşla konuşuyoruz, ev sahibiyle geçen bir kaç diyalog aktardı.

Efendim ilki bu arkadaş banyodayken bizim abla da ortalıklarda geziniyormuş, suyun çok aktığına kanaat getirip bizimki banyodan çıkana kadar beklemiş. Sonra da "o düğme tasarruf için var o kadar sık basmamalısın" demiş. Bizimki de doğal olarak "Akan su olmadan temizlenemiyorum kusura bakmayın" demiş.

Ikincisi de gene duşla ilgili. litvanyalı eleman günde 1-2 kere mutlaka duş alıyor. (Benim her seferinde ayaklarım geri geri giderken ne zevk alıyor da giriyor bilmiyorum ama) Neyse bizim abla bir gün buna da "iki günde bir yıkansan olmaz mı, her gün yıkanılır mı" demiş. Cevabı bilmiyorum ama dumur haldeyken ne denilinebilir ki zaten.

Dün sabah da baktım mutfağımıza yeni bir yazı asılmış, "lütfen çıkarken kaloriferi kapatınız"... Devamlı düşük ısıda kalorifer çalıştırmanın, ara sıra çok açmaktan daha az enerji tükettiğinin farkında kesinlikle değiller ne diyim.

Yakında microdalgada en az yarım saat bir şeyler pişirdiğimi farkedip söyle bir yazı koyarlarsa hiç şaşırmıyam. "Lütfen microdalgayı ısıtmak dışında ve 5dk dan fazla kullanmayın" :)))

Night of the Proms

Dün akşam konser için Antwerp teydik.. Çıkanların nerdeyse hiç birini tanımasam da "program güzel, takıl sen çekirge" şeklinde götürüldüm. Tıka basa dolu bir spor salonu, bir klasik muzik orkestrası ve konuk sanatçılarımız vardı.

Türkiye'deki onu getirmeyin bunu da içeri almayız tavırlarından kaynaklı olarak fotograf makinesini götürmediydim, o yüzden hafızalardan öteye geçemeyecek maalesef. Şarkılar genelde arkda sinevizyon şeklinde geçtiğinden epey ilginç şeyler yakalanabilirdi açıkcası.

Neyse konser kritiği verelim. Bana göre gecenin iki tane yıldızı vardı: birincisi Macy Gray (vokalisti tombul ablayı da unutmadan), ikincisi Roby Lakatos (kendisi keman virtiözü, dakikada 600 nota çalabildiği rivayet ediliyor). Tabi erkek arkadaşlara göre favori biraz daha farklıydı: "Kid Creole And The Coconuts". Bu Kid olan arkadas bana göre gaffurun takim elbiseli versiyonu, Coconuts kısmı da sonradan olma şarışın, giyinmeyi unutmuş, vokal dans arası bir şeyler. Sahne performansı şahane, müzikde iş yok anlayacağınız.

Garip gelen anları sayarsak da, benim dutch ve genel kültürüm yetmediğinden olsa gerek (allahtan birlikte gittiğimiz arkadaşlarşa aynı seviyedeyim de üzülmüyorum :P) Bir tane okul marşı gibi bir şey çalmaya başlayınca bütün salon aynı anda eğilip kalkmaya başladı, biz de ritmi bozarak şebermeye tabi. Bir de konserin sonunda seyirciye söylettikleri bir şarkı vardı, ilahi midir, değilse sheakspear ingilizcesi nedir, nasıl herkes bir ağızdan söyler anlamadım ama sözleri söyledir:

Land of Hope and Glory,
Mother of the free,
How shall we extol thee
Who are born of thee?
Wider still and wider
Shall thy bounds be set.
God, who made thee mighty,
Make thee mightier yet !

ps: google a göre promlarin son gecesinde söylenmesi gelenekmiş, bilmemek değil öğrenmemek ayıp :)

Hazır çenem düşmüşken

Farkettiyseniz geçenlerde canım sıkılıp bloga widget ekleyim dedim. Doğru düzgün bir şey bulamamış olsam da kendini barkod zanneden bir saatim (zeka testi olarak kullanmayı planlıyodum ama söyleyim) ve de bir ziyaretçi haritam var. Bu sayede her gün kimler beni takip ediyor takip edebilmeyi ümit ediyorum. (Ankara'daki arkadaşlar epey şanslı tabi, zira arada kaynama şanşları daha fazla)

PS: Magdeburg ve Gebzedeki'ler parmak kaldırsın bakıyım. Tanıdık değiller sanırsam.. Gerçi Ankara'da da gitti kurtuluş parkının orayı gösteriyor ama hadi hayırlısı :)

Hungaria

O kadar tırmanmak demişken üç beş kelime dem vurmadan geçemeyelim bari. Buraya gelmeden önce LUAK ın fotoğraf albümünde dolaşırken yarışma fotoları görmüştüm. Hungaria okuyunca da bir yarışma için kalkıp macaristana mı gidilir, güzel yermiş ama kısmet değilmil diye düşünmüştüm bir de üstüne. Meğersem burdaki salonun adıymış kendisi :o

Neyse dün gittik, ve böylece yıllar sonra (1-2 deneme ve ahunun sürüklemelerini saymazsak) elimi duvara sürmüş oldum. Gayet güzel, yüksek, her seviyeden rota + bouldering barındıran fotoğraflarda gözüktüğünden küçük bir yer. Hemi de her rotanın tutamakları başka renk :)))

Naaptın diye sorarsanız: Ham ve de hantal vücudum 3 ve 4 e mükemmel uyum sağlarken, 5a denememle kollarımın iflas etmesi bir oldu. Hala eski esnekliğine kavuşamamış bacağımsa en ufak bir sorun çıkarmadı. Ayrıca 24€ ya aldığım frictionlarım hem süper rahat hem de altı plastik gibi gözükmesine rağmek çok kaymıyor.

Internet Hırsızlığı

Geldiğimde mis gibi olan internet bağlantımın zaman içinde yavaşladığı ve hatta zaman zaman windowsta çalışmadığını serzenişlerimden bileniniz vardır elbet. Ama dün öğleden sonra itibariyle logon ekranını bile göremeyince ve LAN ın üstünde ünlem işareti belirince tamamen çileden çıktım. 3-5 repair ve Linux taki denemelerimde işe yaramayınca çareyi dışarı çıkmakta buldum. (Sırf bu yüzden tırmanmaya da 15dk geç kaldım)

Akşam geldiğimde de durum değişmemişti tabi ki. Ama sonra farkettim ki karşı komşum olan Adi'nin ki misler gibi. Bu durumdan kıllanan bendenizin ilk işi sabah router la switchin başına gitmek oldu. (Allahtan bizim ulaşabileceğimiz bir yere koymuşlar) Ondan sonrasında itina ile komşunun hangisine bağlı olduğu bakılır, onun bağlı oldugu yerden bir oda çıkarılarak yerine kendi ethernet kablom takılı verilir :)))

Burdan çıkarılacak sonuç, temel bilgisayar bilgisi gayet önemli. Şimdi temennim kalanların interneti hiç çalışmıyor zannetmeleri ya da bunu yapabilecek kapasitede olmamaları yönünde, yoksa herkes birininkini çıkarıp yerine kendisininkini takacak...

Dipnot: Italyanların msn i bile bilmemesi ve Litvanyalı arkadaşın ethernete telefon kablosunu takmasından yola çıkarak bir süre kendimi güvende hissedebilirim diye umuyorum.

24 Uren Loop

Meali 24 saatlik koşu.

Bu manyaklar dün akşam 8 itibariyle 24 saat sürecek bir bayrak yarışına girdiler. benim bunu öğrenmem de dün tırmanmaya birlikte gittiğim arkadaşın koşacağını söylemesiyle oldu.. "Devamlı aynı adam koşmuyor di mi?" diye saf bir soruya ise, "Yok,her zamanki gibi 30 tur kosup bırakcam" gibi dumur bir cevap aldım. Stadyum etrafında 1 tur 400m iken bunların biraz daha geniş bir alanda koştuğunu düşünürsek en az 15km.. Allah akıl fikir versin diycektim diyemedim.Kazananlara ödül veriliyormuş ama ödülün ne olduğu hala süpriz.

Doğal olarak dün akşam bu delilere bakmaya gittim. Sanırsam bütün şehir ordaydı, hiç bu kadar insanı bir arada görmedimdi geldim geleli. Bisikleti parketcek yer bile bulmak uzun sürdü. (E, tabi insan karanlıkta kolay hatırlayacağı bir yer arıyor) Bizim ODTU şenliklerinden büyük bir panayır alanı, DJler, film gösterimi, yiyecek, içeçek ve kulüplerin standları vardı. Gece 1 gibi donmadan dönmeye karar verdiğimdeyse gençlerin çoşkularında en ufak bir azalma yoktu. Tabi bizimkiler gibi sarhoş olup dağıtan da yoktu o da ayrı.

Merak edip de bakmak isteyen ve dutchına güvenen varsa

http://24u.ulyssis.org/

canlı yayında hangi bölüm nerde onu gösteren bir pist haritası bile var. Ama maalesef programda olanları saati geçince siliyorlar. Akşam da kapanış seramonisi varmış ama hiç bir fikrim yok

Artık ben de motorizeyim :)

Son 3 haftadır bisiklet kiralamaya çalışıyorum ama bisikletimiz kalmadı "Bugün git yarın gel" politikası yüzünden bir türlü başaramamıştım, taaa ki düne kadar. Her zaman ki gibi kiralamanın başladığı vakitten biraz geç gittim. Bu sefer duvardaki şu tarihte gelin yazısı yerine uzun bir kuyruk karşıladı beni. Takriben 2 saat bekledikten sonra sonra 5-6 insanla birlikte bir odaya alıyolar, orda duran bisikletlerden birini begeniyorsunuz. Bu arada hepsi eski püskü şeyler, hep vitesli bir bisikletim olsun istemiştim ama bir tane bile yoktu (gene yokuşu ıkına ıkına çıkıp, çıkamadığı yerde taşıyacaz meleti). Gene de her yere 5dk içinde gidebilmek süper bi şey!!

Gelelim trafik kurallarına. En önemli ve unutmamam gereken şey akşam farları yakmak :) Tabi ben genelde gündüz söndürmeyi unutuyorum, bakalım lastiği kaç vakte yiyecez. Bir de girmemin yasak olduğu tek yön sokaklar var ama hangileri bilmediğimden yakalanırsam artık sevimlilik yapacam.. Onun dışında bana komik gelen şeyler de yok değil. Mesela dönmek istiyorsanız uygun taraftaki elinizi kaldırıp sinyal veriyosunuz, ama hala bana bi yandan dörtyol ağzındaki arabalara bakarken bi yandan da elini kaldırmak zor geliyor, zira bisiklet biraz bi tarafa kaçabiliyor :o Ama allahtan buranın şöförleri inanılmaz derece sabırlı, bekliyolar, yol veriyolar ve en önemlisi bizim türkler gibi sıkıştırıp öldürmeye çalışmıyolar.

Biraz da mühendislik. Undergrad yıllarından hatırladığım en iyi kasisle ilgili bir araştırma vardı. Bilimadamlarımıza göre en uygunu 30cm yüksekliğinde 1-1.5m uzunluğunda olmasıymış. (Sayıdan tam emin değilim ama buna yakın bi şeylerdi) Ilk duyduğumda bi tarafımla güldüydüm açıkcası, ama yürürken farketmediğim ayrıntılardan biri de bunların hakkaten burda kullanılıyor olduğu.

PS: Benim külüstürün fotosunu da eklerim yakında buraya..

word of yesterday

"the human being needs the experience of being part of a we with some others, the experience of being a respected he or she within some community, and the experience of being a special i with someone else..."

Amsterdam

10 gün sonra ne hatırlayıp da yazmak zor olsa gerek.. Gene de yazıya özellikle geçmiş tarih veriyorum ki tarihleri kaçırmayalım. 3-3.5 günlük minicik gezimize başlıyorum:

Öğlen vakitlerinde yola çıkmayı planlıyorduk aslında ama sevgili hocam benle buluşcağını unutunca takriben 1.5 saat beklemek zorunda kaldım, sekreteri bulup arattırmayı beceremesem daha da bekklerdim. (Bu esnada zavallı leyla da odama tıkılmış beni beklemekte tabi) Bu arada hakkaten cuma günleri bütün şehir bir yerlere gittiyor, billiyodum ama kalabalığı görmeden olayın boyutlarını kestiremiyor insan.

Neyse biletimizi alıp teyzenin aktarma yapmamızı söylediği yerin (bkz:Mechelen) trenine atladık. Tabi bir sonraki trenin saatini bilmeyince hadi gidip soralım dedik, ordaki görevli amca sağolsun akşam 9 dan önce tren olmadığını iddia etti -ki eminim saat başı brükselden kalkıyor- Bari Antwerp'e gidelim orda bineriz diye düşündük. Sonuç olarak tek aktarma ve 2.5 saat sürmesi gereken yol iki aktarma ve 3.5 saat oldu. Burdan çıkarılacak not, bir daha internetten saatleri not etmeden yola çıkmak yok.

Bu arada tren bileti 34€, ama sanmayın ki o kadar para verince krallar gibi ağırlanıyorsunuz. Gelen tren, ağzına kadar dolu, insanların koridorlarda bile üstüste olduğu bir şey.. Herkes mi haftasonunu Hollanda da geçirmek ister kardeşim?!? Yolun yarısını bu şekilde gittikten sonra sonunda vagonun içine girmeyi ve hatta oturmayı bile başardık. Kapının önünde ciğerci kedisi gibi bakanlara aldırmadan da yayıldık.

Bu arada benim bir vizem olmadığı için ülkeyi terketmemem gerektiği ve arkadaş yolda pasaport kontrolu var dediği için gergin bir yolculuk geçirdiğimi belirtmek lazım. Gel gör ki Schipholden 5dk önce biletlere anca baktılar, pasaportlara ise hiç bakan olmadı. Bir sonraki trenle geri donmek hiç hoş olmayacaktı zira.

Benim cocuhsurfing çalışmalarım sonuç vermeyince, büyük bir şans eseri leyla'nın arkadaşının arkadaşının kanala nazır evinde bir rus hatunla beraber kaldık. Tabi bizi karşılama görevi de 2. arkadaşın arkadaşına kaldı :)) [Suyunun suyu hikayesi] Akşama dair anlatacak fazla bir şey yok, eşyaları attık, bir şeyler yiyip içip eve geri dönüp yattık.

Ertesi gün bizi karşılayan elemanla şehir merkezine doğru gittik, kanallar boyunca yürüdük, manzaralı bi cafe de oturup biramızı içtik. Sonra iyice redlight civarları ve Dam Square e sokulup turumuzu tamamladıktan sonra bizi yalnız bıraktı. Meydanda Madame Tussauds var, ilk baştaki amacımız Johnny Depp'in korsan halinin fotosunu çekmekti, ama gişedeki kadın homur homur diyince parası neyse veririz diyip müzeye girmeye karar verdik. Tabi kazın ayağı gözüktüğü gibi degilmiş, girdikten sonra onla fotoğraf çektirmek de paralıymış, naapalım kısmet. Flickr da gördüğünüz tonlarca foto ne kadar şeberdiğimizi anlatmaya yeter sanırsam.... [ps: o einstein ışıkçı değil arda]

Geceyi de her türk erkeğinin hayali olan red light district te geçirdik. Aslında sokak boyunca en az 10 kere yürüdük, birtürlü düzgün çıkmayan fotolar çektik desek daha doğru. Azimle iş tutan ablaları da çekmeye çalıştım ama hepsi radar gibiler maşallah. 50m den rahatlıkla farkedip perdeyi kapıyolar, cama vurmaya başlıyolar falan. Anlamadığım nokta yoldan geçen her herifi yatağına atmaya çalışan bir insan fotoğrafının çekilmesinden niye utanır? (Dipnot: bunların bir kısmı çok güzelken, şahsi kanaatimce kalan kısmının asıl heriflere para vermesi lazım) En azından Pazarlıkla meşgul olduğundan beni farketmeyen tek ablayı belgelemeyi başardım.

Pazar gününe geçersek. Bir türk lokantasına girip deli gibi bir kahvaltı yaptık, biraz sokaklarda dolaştık. Sonra arkadaşla buluştuk, bizi Amsterdamın biraz dışında eski yerleşim yeri havası verilmiş, müzeli, yeldeğirmenli bir yere götürdü. Adını tam hatırlamasam da Zaanse tarzı bir yer. Tabi geç gidince ve bu avrupalılar 5 ten sonra çalışmayınca ne bir müzeye ne de bir değirmenin içine girebildik ama :( Amsterdama gelip caz dinlememek olmaz diye gidecek bir kafe aranırken kendimizi şans eseri konserde bulduk ve böylece turumuzun sonuna geldik.

Mutlu yıllar Ardaaa....

Kartın işte burda.
Bazı arkadaşların da diğer konuda görevini yerine getirdiğini ya da getirceğini umuyorum...

Top 10 reasons to date an ENGINEER

facebookta dolaşırken gözüme ilişti, paylaşayım dedim.

10. The world does revolve around us... we choose the coordinate system.
9. No "couple" enjoy a better "moment".
8. We know how to handle stress and strain in a relationship.
7. We have significant figures.
6. We understand the motion of rigid bodies.
5. Projectile motion: Do we need to say more?
4. Engineers do it to specification.
3. According to Newton, if two bodies interact, their forces are equal and opposite.
2. We know it's not the length of the vector that counts, but how you apply the force.
1. WE KNOW THE RIGHT HAND RULE!

Pink Floyd

Bugüne şarkı hediye ederek başlıyorum.. Sabah sabah dinleyip mutlu olmanız için :))

the grass was greener
the light was brighter
with friends surrounded
the night of wonder



Klibinin de ilk gördüğüm günden beri hastayımdır aynı zamanda

Gereksiz alışveriş nasıl yapılır?

Cumartesi günü beni gezdirme görevi üstüne yıkılan İlker le beraberdik. Önce yıllardır sayıkladığım IKEA ya, ordan da Antwerps'e ve Decatlon a gittim.. Neyse IKEA dan bir şey almadan çıkmayı başardım en azından ama bunun altında bir evim olmadığı gerçeği yatıyor. Gene de yılbaşı olsun, doğumgünüm olsun böyle bir şey hediye etmek isterseniz hiç itiraz etmem :)



Antwerp deki decatlon kesinlikle Paris tekinden büyük, hatta depo gibi bir şey. Üstüne atlanılabilecek de bir tomar şey var. Bu arada farkettim ki 12-14 yaş grubu kıyafetler benim için üretilmiş adeta (o kadar da şişman değilim demek ki:)) Neler aldın diye sorarsanız: tırmanış ayakkabısı, şişme yatak veeee bomba geliyor at binmek için pantalon...

ps: Antwerp de nargileci varmış, nasıl buram buram koktu mübarek, aş erirsem sanırsam 1-1.5 saat uzaklıkta.

Alpinist gençler

Sevgili üniversitemizin LUAK isminde bir outdoor klubü var, perşembe akşamı ona uğradım (her hafta 10pm de buluşup içiyorlar da odalarında). Hem tekrar tırmanmaya başlamak hem de Ahu'nun vasiyeti olan eli yüzü düzgün tırmanıcıyı bulmak üzere yola çıktım ama tabi ki buraya geldim geleli yerleşen her yere geç kalma adeti gene beni yalnız bırakmadı.

10.30 sularında gitmeyi başarıp, topluluk kapısına benzetemesem de zili çaldım. Biraz sonra pijamalı, hafiftan şarap kokan bir teyze bana kapıyı açtı. (Bu arada dipnot -ben de yeni öğrendim- buranın insanı akşam yemeğinde su yerine şarap içermiş, sanırsam bu da aynı zamanda neden süpermarketin kalanı kadar şarap reyonları olduğunu açıklıyordur) Neyse diyologun kalanı söyle ilerliyor..

- eee, yanlış geldim ben galiba
- nereye bakmıştınız?
- 25 numara ama burda bir grup insan olmalıydı ama ev gibi duruyor
- nasıl bir grup bakmıştınız..
- kem küm
- yanı tırmanıcı mı, müzik mi?
- ha tırmanıcı
- tam karşıdaki arada sağdaki kapı
- teşekkürler, kusura kalma bacım (içimden-oh be allah razı olsun)

muhteşem ingilizcemle arda dalga geçmesin diye diyaglog türkçe olarak aktarılmıştır..

Neyse geç kaldım diye içeri girince gördüm ki topu topu bir avuç insan var, onların hepsi de dutch. Envai çeşit olan koltuklardan birine yerleşip dia gösterisini izlemeye başladım. Bir yandan da öksüz evlat gibi insanlara bakıyorum. Neyse allahtan bir önceki gün konuştuğumuz ve çağıran oğlan yanıma geldi de konuşmaya başladı, sonra bir arkadaşı daha geldi de böylece geceyi eğlenceli bitirebildik.

Biraz da tırmanışla ilgili bilgi. Bizim gibi bir sene süründürmek yerine yeni gelenleri hemen alıp kayaya götürüyorlar, 3 gün süren bir başlangıç eğitimleri var. doğru anladıysam ilk gün top rope, ikinci gün lider, son gün bouldering yaptıktan sonra teorik eğitim veriyorlar. Sınav yok, etkinliklere katılım zorunluluğu yok, canın istediğinde takıl şeklinde. Ama belçika (avrupa da olabilir) dağlarında tırmanmak için özel bir sigorta şirketine de üye olmak gerekiyormuş (80€ civarı). Ama boulder serbest. O yüzden ben içerde kalcam, Bir türlü iyileşmeyen bacağım izin verirse duvarla şansımı deniycem.

Gecenin en faydalı feedbackine gelirsek, bizim türk arkadaşarın bahsedip durduğu ama benim evime yakın olduğundan başka konumuyla ilgili bilgi edinemediğim bir kebapçı vardı. Tırmanış duvarını tarif ederken, yol üstünde "Nemrut" var, buranın en iyi kebapçısı dediklerinde nasıl sevindim anlatamam. Gavur olmasalar yapışıp öpecektim öyle diyim :p

Microdalgada sosis

Ilk görüşte televizyon sandığım ve kapağını açmak için 2dk uğraştığım ikinci microdalgamızın crisp opsiyonu varmış. Ben birazdan aşağı inip denerken sizi arkadaşın zeka ürünü yorumuyla başbaşa bırakıyorum:

"bugünkü deneyimizde micro dalgaların sosis üzerindeki füzyon etkilerinden oluşturacağımız denklemlerin normal koşullar altında asimetrik quantum fiziğiyle olan ilişkini araştırcaz."

Müzik

Dikkatsiz arkadaşlarım için bir hatırlatma geçeyim. Sağ tarafta görmekte olduğunuz last.fm player çalışmaktadır. Kendi playlistimi hazırlayamayacak kadar tembel olduğumdan şimdilik komşularımla idare etmek zorundasınız ama gayet iyi çalıyorlar bence. Sonuç olarak öyle oturup boş boş okumak yerine bi yandan da müziğin tadını çıkarın!

Oturma izni

Amlamsız bürokrasiler ülkesine hoşgeldiniz.. Efendim prosedür söyle işliyor, önce okula kaydoluyorsunuz, sonra belediyeye gidip oturma izni için başvuruyorsunuz. Bu arada bir eviniz de olmak zorunda tabi ki ve bunları 8 gün içinde yapmak zorundasınız. Sonra bir polis amca gelip gerçekten orda yaşıyor mu yaşamıyor mu diye bakıyor. Neyse benim amca büyük bir başarıya imza atarak bütün gün evde olmama rağmen arada çıktığım kısacık zaman diliminde gelmeyi başarmış. Sabah bilmem kaçıncı uykumu uyurken kapımın altından bir kağıt atılınca öğrendim.

gelieve u aan te bieden op ons bureel. Wie stellen U volgende afspraak voor:

Maandag,dinstag,woensdag en vrijdag van 13.30 tot 16.00 uur
Donderdag ................................ van 14.00 tot 20.00 uur
Zaterdag voormiddag ................... van 08.30 tot 12.00 uur

indien deze afspraak U niet schikt, gelieve dan telefonisch een andere afspraak te regelen. Gelieve deze uitnodiging mee te brengen, evenals.

Iyi de bu işkenceye bir tek yabancı öğrenciler maruz kalırken bu zımbırtı niye Dutch?? Tahminim bir dahaki randevuyu ayarlamak icin su saatlerden birinde ofisimize gelin, gelemiycekseniz de bir telefon edin de ayarlayalim. Gelirken de bu kağıdı getirmeyi unutmayın!! Birazdan çıkcam bakalım doğru mu anlamışım :P

ps: 2 haftadır burdayım hala bir bok anlamıyorum dediklerinden, haftaya kurs başlayacak o da olmazsa sinirlencem

Telefon

Bir kısmınıza dediğim üzere artık bir Belçika numarasına sahibim.. BASE diye bir firma biz yayılmacı türkler için ay-yıldız diye bir tarfie yapmış, Deniz ilk başta benle dalga geçiyor sandım ama hakkaten hattın adı bu, diyince de gayet güzel anlayıp verdiler, hatta destek hattı da türkçe. Taciz etmek isterseniz +32 484 571 785 den ulaşılabilmekteyim.

Microdalgada Menemen

Olmaz diyenlere sevgiler :))



Malzemeler

2 adet biber
1.5 adet domates
2 yumurta
isteğe göre yağ ve tuz

Hazırlanışı

Biberleri yağ ve tuzla birlikte 350 watt da 3dk fırınlayın. Üstüne minik küpler halinde doğranmış domatesleri de atıp 500 watt da biraz daha bekletin (domatesler kendini salana ama sularını kaybetmeyene kadar). Sonra yumurtaları kırın ve iyice çırpın 4-5dk daha 600-750 watt arası bir yerlerde pişirin. (en geç 1.5 dk da bir çıkarıp karıştırmayı unutmayın yoksa menemen keki olacak sanırsam)

Ps: Muhteşem ısı ayarlarım kafama göre bunu da deneyelim bakalım noolcaktan kaynaklanmaktadır :) Hayatımda daha önce microdalga mı görmüşüm ki...

Brugge


Pangea -ki kendisi uluslararası öğrencilerin takıldığı bir nevi topluluk- bizi orientation günleri kapsamında bugün Brugge'e götürdü. Kanallarıyla ünlü Flaman bölgesinde küçük bir şehir. İnanılmaz sayıda turist ziyarete geliyor (onlarca otobus vardı), dolayısıyla aşırı kalabalıkve gürültülü bir şehir. Ben susuyorum fotoğraflar konuşsun (bkz:flickr)

Bira nedir ne değildir?

Hepimizin bildiği üzere Belçika bira ve çikolata memleketi. İkinci kısmı bağımlılık yaratacağından henüz ilgilenmedim ama birincisi üzerinde yavaştan çalışmalara başladım. İddia ettiklerine göre Belçikada 500 den fazla çeşit bira varmış, bu mantıkla her gün bir çeşit içsem bitirmem zaten 1.5 yılımı alacak ki o kadar uzun süre burda değilim zaten.

Genelde vokta ve şarap takılıp birayı sevmemin en önemli nedeni aşırı yer kaplayıp az miktarda alkol barındırması (bkz: bira gobeği) ancak bu belçikalılar bu soruna da çözüm bulmuşlar ve %14 e kadar değişen alkol oranlarında bira bulmak mümkün. Işin güzel tarafı alkol oranı arttıkça CO2 oranı da azalıyor ve tadı daha bi güzelleşiyor (tabi zevkler ve renkler tartışılmaz)


Simdilik başarılı olduğuna inandığım biralardan birincisi "Duvel", tadı bizim biraları andırmakla beraber oranı %9. Ikisincisi ise %11 ile "Kasteel Brune", hafif tatlımsı bir bira (bana karamel gibi geldi)

Onun dışında bütün triple distilled yazanlar da gayet içilebilir geldi, ama yöre halkı emin misin, bak çok sert, sonra yerinden kalkamazsın gibi tepkiler veriyorlar ama anlamadım. Bana ilginç gelen aynı zamanda da güzel bir nokta da burda bütün biralar kendi bardaklarında servis ediliyor, yani yoldan geçerken birini gözünüze kestirip (unutmamayı başarırsanız) "ben bundan istiyorum" demek de mümkün

Nasıl oryente olunur?

Üniversitemiz bizim için her şeyi düşünüp ne yapılıp ne edilir diye bilgilendirme günleri düzenlemeye karar vermiş. Aslında gelenlerin büyük çoğunluğunun undergrad ve panik insanlar olduklarını düşünürsek, bana basit ve önemsiz gelen bir çok bilgi gayet hayati bir önem taşıyabilir.

Programimiza bakarsak neler vardı diye bir tane bilgilendirme masalarından oluşan sergi gibi bir şey, şehir turu (önceki 5 günümde zaten sokaklarda dolaşırken ezberlediğimden gereksiz bir şey oldu bir kaç ne nerde satılır, ne gibi atraksiyonlar olur dışında), fakültedeki diğer öğrencilerle buluşma ve akabinde içme, benim en eğlenceli bulduğum "A Dutch Survival Kit" ki kendisi kocaman bi anfide yapılan 1 saatlik mini kurs olur ve benim katılmadığım kültür şokuyla nasıl başa çıkılır, banka hesabı nasıl açılır, ya noolcak bur trafik kuralları ve hadi gidip spor salonunu görelim....



Partilere geçmek gerekirse perşembe akşamına Facebook tan bir elemanın düzenlediği "Thai Food" aktivitesi ile başladık. Buraya geldiğimden beri yediğim en iyi yemekti diyebilirim açıkcası, süper doydum. Hakkaten baharat seviyorum ben yaaa... Yandaki arkadaş ahçımız Jan

Ve diğer öğrencilerin bir kısmı



Ordan çıkıp toplucana international party e gittik. Biraz da orda tepindikten sonra 5 gibi evime ulaşmayı başardım. Uykusuz ilk gecemiz olarak kendisini burda tarihe geçiriyoruz. Unutmadan ekliyim ilk kez birisi bisikletle beni evime bıraktı :o

Duş Sorunsalı

Efendim, duşun ne gibi bir sorunu olabilir demeyin. Her sabah 1 dk suyun altında kalmakla bizden temiz olduklarını sanan muhteşem avrupalılar hayatlarının en büyük zevklerinden birinden mahrum kaldıklarının farkında bile değiller...

Zaten ortak olan ve kapı yerine bir perdesi olduğundan güzide banyomuzda yıkanmak büyük maharet ve muhteşem zamanlama gerektiriyor. Zira interrail sırasında uyuz olduğum çevirmeli musluk yerine koydukları garip bastıktan sonra su akıtan musluklar burda da mevcut :( Seçeneklerimizi söyle sıralıyoruz: ya iki elinizi birden kullanmaktan vazgeçip biriyle devamlı butona basacaksınız (ki doğru seviyeyi tutturmazsanız soguğa yakın bir su demek bu) ya da iki elle saçı yıkarken 3 sn de bir tekrar basacaksınız (ki benim tercihim)

"Aman canım evde yıkanmayız, beleşe spor kartı var gider keyfime bakarım" diye türk vari bir cin fikirle ortaya atıldımdı ilk banyomdan sonra (zira kışın suyu hiç soğumadığından ve her zaman gür aktığından dolayı hep ODTU nun spor merkezini evden çok sevmişimdir) ama oranın duşlarını görünce daha büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Geniş kare bir alan düşünün hiç bir bölmesi olmayan ve 3 tarafına dizilmiş aynı musluğa sahip duşlar, hem de soyunma odası manzaralı.... Öyle karşılıklı karşılıklı bakışıp yıkanıyorsunuz :p Hani bu avrupalılar ağda diye bir şeyin varlığından haberdar olsalar gene amenna da ben görmek zorunda mıyım kardeşim???

Belçika üzerine notlar

Şehir küçük ve sevimli. Genelde 2-3 katlı tuğla binalar var, merkezde daha büyük taştan yapılma, heykelli meykelli süslü binalar ve kliseler mevcut. Rahatlıkla ara sokaklarda kaybolabiliyorsunuz, ama eninde sonunda daha önce geçtigim bir sokakğa çıkmayı hep başardım. Tabi efendi efendi haritaya bakıp gitme opsiyonu da var ama bir yer aranmıyorsam ve acelem yoksa tercih ettiğim yöntem değil.

Burdaki insanlar bisiklet üstünde yaşıyorlar denebilir, sırtında kocaman gitarıyla, arkasında 2-3 yaşındaki bebesiyle ya da mini eteğiyle bisiklete binen tonla insan var. Yağmur mağmur dinlemeden de biniyorlar valla. Genelde kaldırımın yanında bir de özel yollar var ama yol olmayan yerde de hiç kimse sıkıştırıp ezmeye çalışmıyor açıkcası.

Hava geldim geleli güneşliydi, keten pantolon ve kolsuz tshirtle gezindim genelde. (normal halim niye yeni bir şey gibi anlatıyorsam) Dün öğleden sonra yağmur başladı, sanırsam bu sabaha kadar aralıksız yağdı. Burda ilginç olan bir iki nokta var... Birincisi çiselemiş olsa da hiç bir yer sel suya gitmedi ya da çamur olmadı. Buna inşaat haline olan her yeri kazılmış sokağımın girişi de dahil. İkincisi ise bildiğimiz yağmur kokusunu ben alamadım :( Kimle yaptığımız muhabbetti hatırlamıyorum ama sanırsam bizim yağmur kokusu sandığımız şey aslında sokaktaki toz toprak! Neyse denildiği üzere yağmur buranın vazgeçilmeziymiş, kar kış beklerken biraz hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur.



Yiyecek içeceğe gelecek olursak. Bildiğiniz üzere favori abur cuburum Kellog's Special K kırmızı meyveliydi. Tabi ki Belçika da olunca çikolatasız olmaz, aynısının bitter çikolata parçalısını üretmişler. En sevdiğim iki şey bir arada :)) Bir süre klasik kahvaltım olma özelliğini koruyacak sanırsam.



Bu adamlar bir de çeşit çeşit biralarıyla bilinirler. İlk fantastik denememi yol üstünde rastladığım makine tarafından işletilen bir dükkandan aldığım vişneli bira ile yaptım. Olsa da olur olmasa da olur bir lezzet benim için, ya da pembe bira kavramına henüz o kadar hazır değilim kim bilir? Alkol iskandinavyanın aksine ucuz burada, gene de hala çok içecek param yok!

Gelelim herkesin merak ettiği güzel insanlar nerede sorusuna... Efendim beklentilerimin aksine bu insanlar genelde kumral ve açık tenli olsalar da güzel ya da güler yüzlü değiller. Düne kadar olan zamanda toplamda bir tane çok güzel kız ve sıfır tane yakışıklı oğlan görebildim (okul açılınca oranın yükselmesini ümit ediyorum hala). Dün öğrenci kimliğimin yanında beleşe verdikleri spor kartıyla nereye girebilirim diye öğrenmeye çalışırken bütün hoş oğlanların fitness salonu civarında gezindiğini farkettim, artık üye olacaz yapacak bir şey yok :))) Ama önce 4 gündür ortalama 6-7 saat yürüdükten sonra varlığının bile farkında olmadığım ağrıyan kaslarımı bir dinlendirmem gerekiyor.

Onun dışında hatunlar (gençler) genelde at gibiler. Zaliha yanlarında kısa ve dal gibi kalır öyle diyim, bir de utanmadan nerdeyse hepsi topuklu ayakkabı ile geziyorlar. Bizim kokoşlar gibi sokağa çıkmadan bir kaföre gideyim de fön çektireyim diye bir adetleri de yok allah şükür. Hiç kimse makyaj yapmıyor, hatta çoğunluk kaşını bile almıyor ?!? Özet olarak ben bile buraya fazla bakımlı ve süslü kaçtım sanırsam. Bana laf sokan ve beğenmeyen arkadaşlara burdan selam ederim :P

Neyse şimdilik bu kadar, gidip salata yapıp yiyecem, ordan da günlerdir ulaşamadığım Erasmus kordinatörüme uğrayıp belediyeye kayıt yaptırcam. Yorum yazın, beni yalnız bırakmayın!!

Yolculuk + İlk izlenimler

Bildiğiniz üzere cimriliğim yüzünden yolu uzatmam sebebiyle gece 2 otobüsyle İstanbula doğru yola çıkıp, 10 civarı Atatürk Havalimanına varmayı başardım (Sabah trafiği malum) Erkenden postu işbankası lounge una atmak ve yiyip içmek gibi fantezilerim vardı ama kazın ayağı gözüktüğü gibi olmuyor maalesef her zaman. Sevgili KLM bankoyu 12.15 te açtığından bana göre uzun bir süre beklemek zorunda kaldım. (Benden sonra geleceklere tavsiye 5 varanıyla da rahat yetişilir, servis vermiyo adamlar uçağa binseniz de aynı paraya gelinir)

Havalimanı

Tahmin edileceği üzere kargalardan önce sıraya giren bir insan olarak check-in de ilk sıradaydım. Tam olarak aksiliklerin başladığı yer de denebilir. Daha önce takriben 3 saatimi telefon başında geçirerek KLM ye sorduğum üzere bir laptop çantası + 10kg kabin bagajı hakkım vardı. Ama ordaki görevlinin iddiası üzerine kabine sadece 1 parça alabilirmişim, ayrıca hepimizde olan laptop çantası da laptop çantası değilmiş, yandan sallanması lazımmış. (Şekilcilik diye buna diyoruz) Sonuç olarak apar topar laptopumu dağcı çantama atıp kendisini kabin bagajı diye yutturmayı başardım (birazda dırdırın yardımıyla tabi ki) Kalan bütün elektroniklerim de o teleaşta çıkarmayı unuttuğumdan tangur tungur bagajda geldiler. Sonuç: optik mouse bile çalışıyor ama telefonun şarj aletinin bir bacağı kopmuş!

Pasaport kontrolünü de atlattıktan sonra sırada beklerken tanıştığım Avustralyalı amcalarla birlikte gözümde tüten işbankası loungeuna sonunda ulaştım. Guruldamakta olan midemi susturduktan sonra Baileysleri yuvarlayıp kalan vaktimi geçirdim. Tabi yolun geri kalanı için bir kaç sandwich ve meyveyi çantama atmayı da ihmal etmedim.

Uçuş

Sanırsam küçük uçaklar gürültülü olmaya başalmış ya da son uçtuğumdan beri KLM nin kalitesinde düşüş var. Yol boyunca kafamı ütüleyen Pegasusun aksine sadece kalkış ve inişte olan sesin sebebi kanada yakın oturuyor olmam da olabilir tabi. Gene de uçakta yastık ve battaniye olmaması ve yemek diye soğuk bir makarna (salata sanıyodu kendini) vermeleri bence kabul edilebilir değildi. Baileysin ve önceki yorgunluğumun etkisiyle olacak ki yolun büyük bir çoğunluğunda uyuduğumdan bu kısma ait fazla bir anım yok.

Amsterdam

Benim için en heycanlı kısma geldik :) Zira Belçika + 1 transit schengen olan vizemle (ki transit havaalanından çıkşı yasaklar genelde) ülkeye girip giremeyeceğim büyük bir merak ve endişe konusuydu. Ama sevgili Dutch amcalar güler bir suratla ve hiç bir soru sormadan beni memleketlerine kabul ettiler.

Geçmeden eklemem gereken ufak bir nokta daha var. Amsterdamdan tekilamı alıp belçikaya öyle devam etmek istiyordum ama Schiphol den başka bir yere uçuşunuz yoksa alışveriş yapamıyormuşunuz, ama ben geldim hayvanım ordan da alcam burdan da gibi bahaneler işe yaramıyor yani. Sonuç olarak tekilasız kaldım buralarda. (Zaten çarpıyo beni :P )

Leyla için olan kısma gelelim. Tren istasyonu valizi alıp gümrükten de geçtikten sonra bir yerlerde, zaten danışmaya sorunca hemen gösteriyor. E-ticketi gösterince tren bileti veriyolar. Bizim bilette yazandan yarım saat önce de aynı yere giden bir tren var ona atlayabiliyorsun, daha az beklemiş olursun. Sonrasında 1. sınıfta güzel rahat bir yolculuk seni bekliyor.

İnmem gereken Antwerpen istasyonu ama karanlık ve allahın dağına benzeyen bir yer olduğundan kalayım ben burda, Brüksele kadar kondukör gelmezse devam ederim, ordan aktarırım dedim. Ama daha bir sonraki durağa gelemeden amcalar belirdi, allahan ingilizce biliyorlardı da derdimi anlatabildim. Ben o istasyondan korktum, Leuvene gitmek istiyorum, siz bilet kesseniz olur mu diyince "tamam" dediler. Yalnız normal şartlarda ilk bileti kontrol edecek adama bunu demek lazımmış, cezası varmış ama çok şirin olduğumdan mıdır nedir bana kesmediler :) Sonrasinda Brussel Nord da inip, peron değiştirince 1dk bile beklemeden Leuven treni geliyor, 15-20 dk sonra ilk istasyonda da iniyorsun zaten.

Leuven

İnince Deniz'i aradım, "sanırsam ben geldim" diye.. Sırıtarak geldi beni topladı istasyonunun önünden. Ben görmeyeli velet yapmışlar, sağolsun sevgili kuzenim bir şey demediydi. Yaratık ve sonraki 3 gecemi geçirdiğim sevgili koltuğum aha budur.



Cuma günü evden çıkıp kısa bir kampüs turu yaptıktan sonra şehir merkezine yöneldim. Başını sokacak yer bulabilesin diye "International Hosuing Service" diye bir hizmetleri var. Ordaki teyze bana 5 aylık odasını kiralamak isteyen insanların ve değişim öğrencilerinin bir listesini verdi. Tabi okul açılmadan 1 hafta önce gittiğim için liste oldukça kısaydı. Çok azı da benim önceden belirlediğim 200-250€ aralığındaydılar. Adamların telefonundan beleşe numaraları arayp randevu alabilirsonuz ama benim aradıklarım ya açmadılar, ya da kusura bakmayın tutuldu dediler. Orda bizim okuldan giden diğer kızla karşılaştım, onun 1-2 randevusu varmış onlara gittim ama hiçbirini beğenmedik açıkcası.

Şimdi evlerle ilgili biraz bilgi vereyim. Bu adamlar tuvaletle banyoyu aynı yere koymuyorlar, tuvalet dediğinse bir kişinin anca ayakta durabileceği genişlikte bir yer, ayna ve lavabo ise tuvalette yok. Öğrenciler için durum biraz daha kötü, banyoyu ve tuvaleti ortaklaşa kullanıyorsun, kiraladığın içinde lavabosu olan bir tane oda oluyor. Içinde kendi mutfakçığı ve buzdolabı olan odalar da mevcut ama onlar için bir 100€ filan daha fazla vermek gerekiyor ki onlardan hiç birini ben gezmedim. Kendi banyosu ve tuvaleti olanlara ise stüdyo daire diyorlar, aylık 400-500€ civarı bi tane bulunabilir sanırsam ama bütün bursu oraya yatırmaya hiç gerek yok.

Öğleden sonra boynumuzu bükmüş şekilde ev bulma kurumumuza geri döndük, boynumu bükmüş şekilde oturup belki telefonu açarlar diye aramaya devam ederken görevli teyze gelip bize listeye bir ev daha eklendiğini söyledi. Gittik baktık, diğer gördüklerimden sonra bana oldukça şirin gözüktü, alt tarafı 5 ay burdayız çok da kasmaya gerek yok diye düşünüp tutarım herhalde dedim. Biz 1-2 saate geliriz diyip ayrıldık. Arada görmek istediğim bir oda daha vardı ama oğlan şehirde değilim, 7 de tekrar arayın diyince keyfim kaçtı, burası da kaçar belki diyip tuttum. Işte öncesi veee sonrası..



Ev sahibi alt katta yaşıyor bu arada. Kendisi ingilizce konuştuğunu sanıyor ama 2 kelimeden fazlasını biliyorsa ben ne olayım. Zira birlikte gittiğim arkadaş ben olmasam anlaşamayacağını zira hiç bir kelimeyi anlamadığını söyledi. Ben de teyzenin dutch değil de almanca konultuğuna inanıyorum, ya da iki dil inanılmaz bir şekilde benziyor, 10 sene öncesinden hafızada kalanlarla biraz da hayal gücümü kullanarak çok rahat tamamlamayı başardım.. Muhteşemim ne diyim :P (Ben konuşabiliyor muyum? Tabi ki, HAYIR)

Cumartesi carrefour a gidip alışveriş yaptık; temizlik zımbırtıları, belli başlı abur cuburlar, krem vs şeklinde. Deniz her şeyin en ucunu bulmam konusunda inanılmaz yardım etti, tercüme hizmetini de unutmamalı :o Akşam film izledik ama her zamanki gibi sonunu göremeden sızdım. Pazar öğleden sonra da eşyalarımı yeni yuvama attılar, günün geri kalanında yerleştim işte bu kadar :P

Selam'in Hello

3. blog katletme çalışmama hoşgeldiniz. Diğerlerinden farklı olarak broadcast olacak çalışmamda yorumlarınız beklenmektedir :) Haydi bakalım rastgele....