Prag'a kaldığım yerden devam edeceğim ama bu sefer unutmadan yazmak istedim. Cumayı da içine katarak haftasonu küçük bir kaçamak yaparak Porto'ya gittik. Bu sefer Ryanair ile uçuyoruz, onlara sorarsanız Brüksel'in güneyindeki havalimanını kullanıyorlar ama biraz daha gitseniz Fransa sınırındasınız. Ülkeyi baştan başa geçmenin 3 saat sürmediğini düşünürsek 1 saatlik yol epey bir mesafe aslında.
Neyse, uçağımıza bindik. Yalnız bu sefer alışkın olduğumuz gibi check-in yapınca koltuk numarası falan vermiyorlar, otobüs gibi, erken gelen oturur prensibi hakim. 2 saat X dakkalık bir uçus sonunda Porto'ya varıyoruz. Otele ulaşmak pek kolay, uzun zamandır ilk kez havalimanına metro var. Şehrin tam göbeğinde (o an bilmiyoruz tabi) kalacağız. CS'e nooldu diye sorunlar olursa: Kerem biraz huysuz olduğu için tanımadığım insanlarla kalmam dedi, biz de tam turist kadrosuna geçtik böylece.
Otele eşyaları atıp Vasco ile buluşacaktık, ama biz şehre inene kadar çocuk meydana geldiğinden dolayı önce onu toplayıp sonra otele yerleşiyoruz. Biz zerre kadar "ne yaparız", "ne görürüz" diye düşünmediğimizden planı Vasco'ya bıraktık. İlk hedefimiz üniversite, arkadasşları müzik çalıp içiyorlarmış, bizi de davet etti. Bateri, akordiyon, gitar ve çöp kutusu ile şişeler eşliğinde gençler eğleniyordu. Biri ortaya çıkıp şarkı söylüyor, orkestra doğaçlama olarak ona eşlik ediyorlardı. Canlı müzik kültürüne uzak kalmış bünyeler için oldukça faideli bir eser.
Üniden sonra tekrar merkeze döndük. Daniela gelene kadar garın etrafında ufak bir tur attık, buluşur buluşmaz da yemek yemeğe gittik. Menü de Francesinha var, bir nevi Portekiz dast-foodu. Tostu andırıyor ama içinde ham, biftek, sucuk (linguiça), sosis var. Üstüne de kaşarı eritip bira, hardal, brandy ve deniz ürünlerinden oluşan bir sos döktümü tamamdır. Daha önce de reklamını duymuştum, ağır olur da demişlerdi ama inanmamıştım. Şahsi kanaatim kam bir kolestrol ve kalori bombası olduğu, baharat da yerken biraz yakıyor ama sonra verdiği susuzluk hissi bin basar.
Yemekten sonra gençler bize şehri tanıttılar, yarın şunu şunu yapabilirsiniz dediler. E tabi arada yediklerimizi sindirmek için bir kahve de şart. Yürürken bir ara da favaito (tatlı şarabımsı bir içki, mayalanma sürecini yarıda kesip alkol koyuyorlarmış) içtik.
Ertesi gün kendimizi rastgele yollara vurduk. Önce biraz alışveriş, sonra eski şehir merkezi, nehirde bir gezinti derken midemizin gurultusunu takip ederekten nehir kenarında bir lokantaya oturduk, birer balık yedik. Ponte Dom Luis I in altından karşıya geçip, biraz sahilde keyif yapıp, sonra tepeye tırmanıp, güneş batana kadar oyalanıp üstünden geri döndük. Gecede bir önceki gün arkadaşların gösterdiği Jazz&Blues barına müzik dinlemeye gittik.
Veeee... Derken son günümüze de geldik. Uçağa kadar fazla bir vaktimiz yok, 3 gibi şehir merkezinden ayrılmamız gerekiyor o yüzden biraz yürüyelim, en yakın metroya atlar gideriz dedik. Hedefimiz: Casa da Musica (meali konser salonu). Adamlar baya eğlenceli, rengarek ve interaktif yapmışlar. Giriş katında elektro klavye bağlı bir sürü Mac, üst katta akustik hesapları yapan bir tomar Mac daha, rengarek koridorlar, şeffaf duvarlı bir salon, vs.. Epey bir eğlendik kendi çapımızda
Yakın çevredeki alışveriş merkezlerine bakalım diye giderken gözümüze minik bir lokanta ilişti, hafif esnaf lokantasını andıran. Baktık fiyatlar güzel, çeşit zengin, içerde de tonla yerel insan var, girelim dedik. Kerem turist menusu bana anca yeter dedi, ben de o zaman biftek yerim dedim ve dünyanın yemeğini bir süre sonra masamızda bulduk. Kerem'e iki kişilik yemek, bana da küçük bir dana verdiler diyebilirim. Çatlayacağımız noktaya kadar yiyip, artanı paket yaptırıp yoldaki evsiz adama verdik artık :)
Gelelim Türkiye ile Portekiz'in benzerliklerine:
1. İnsanları alıp bir ülkeden diğerine koysanız kimse turist olduklarından şüphelenmez. Zaten bizle Portekizce konuşan, oranın yerlisine benzetip adres soran insan sayısı hiç de azımsanacak değil.
2. Güya EU da iç organ yemek yasak (ya da bizim kokoreçle bir alıp veremedikleri var), ama adamların işkembeden yapılmış yemekleri var.
3. Sokakta kestane kebap satıyorlar (afiyetle de yedik)
4. Sokak kedileri ve köpekleri
5. Nehre atlayan beyaz donlu çocukları da unutmayalım
6. Balkonda asılı kilimler
7. Boğaza nazır gecekondular
Son olarak da hakkaten ucuz memleket.
skip to main |
skip to sidebar
Prag (26-31 Ağustos)
Gönderen
Denis
on 14 Ekim 2009 Çarşamba
/
Comments: (0)
Taa haziran da biletimi aldım, heyecanla bekliyorum Prag'ı, zira methini çok duydum. Musa'yı da "gel buluşalım" diye kandırmaya da çok uğraştım ama başaramadım açıkcası.
Yolculuğun ters gideceği başından belli imiş de ben anlamamışım. Ben uçağa binmeye beklerken 1 saat rötar yazısını panoda gördüm. Kerem'e dedim benim hosta haber ver, adam boşuna beklemesin. 1 saat geçti, bu sefer de hoop 2 saat rötara döndü pano. Zaten 3 saattir havalimanındayım, her yer de kapanmaya başlıyor olacak iş mi. Akşam 10 da varmayı planlarken varış saati oldu 12. Bir yandan da umarım bu adamların ulaşım araçları gece yarısı da calışıyordur diye düşünüyorum. Allahtan kafa çalışıyor, elimde metro ve şehir haritası var, bir şekil gideriz dedim. Uzun bekleyişin sonunda uçak gelmeyi başardı da ben de gezime başlayabildim.
Gereksiz detaylara burda son verip Prag'a geçeceğim. İlk izlenimim gayet olumlu. Güzel bir hava, eski binalar, nehir, kale, güzel yemekler ve her şey deli gibi ucuz. Tek yadırgadığım şey uzun süredir konuşulan dile dair tek kelime bile bilmediğim bir yerde olmamamdı herhalde. 3 gün yeter mi yetmez mi diye düşünüp, arkadaş "mümkün değil" deyince 5 gün kalmaya karar verdimdi ama ilk gün nerdeyse şehrin tamamını dolaştım denebilir.
Sabah erkenden evden çıkıp önce old town'u dolaştım, Manes Bridge'i geçerek kaleye tırmanmaya başladım. Kale oldukça büyük, dolaşmaya başlıyorsunuz, bir bakmışsınız saatler geçmiş. Kilise, şehrin tarihini anlatan sergi, minnacık evlerin olduğu altın yol, resim galerisi diye devam ediyor. Akşamları klasik müzik konseri de izlemek mümkünmüş, sağda solda ilanlara baktıkça Alev'in kulakları çınlamıştır herhalde.
Bu arada Prag'da da öğrenci indirimi 26 yaşına kadar geçerli ama öğrenci kimliğinizi gösterdi mi kimse yaşınızı sormuyor. Bütün müzeleri hiç çaktırmadan gezdim ben de.
Kaleden çıkıp, bu sefer merdivenlerden Charles Bridge e doğru ilerledim. İki ucunda birer kule olan, araç trafiğine tıkalı, üzerinde ressamların, takıcıların ve daha aklınıza gelen her türlü sanatçının takıldığ turistik bir mekan.
Akşam olunca hostumla buluştum, Brezilyalı bir grup arkadaşıyla birlikte önce adını yazmayı başaramayacağım bir parkta, sonra da bir rock barda eğlendik. Ertesi sabah birlikte kahvalti yaparız diye bekliyordum ama sabah 11 sularında karnımın gurultusuna daha fazla dayanamayıp kendimi sokaklara attım. İyiki de öyle yapmışım zira bu latin arkadaşlar öğleden sonraya kadar uyuma yetisine sahiplermiş.
İkinci günü de New Town, sonrasında ulusal müze, ve rastgele ara sokaklarda gezinerek geçirdikten sonra akşam CS meeting i için parka geri döndüm. Prag epey populer bir yermiş, dünyanın her yerinden insan vardı toplantıda.
.....
Devami yakında :)
Yolculuğun ters gideceği başından belli imiş de ben anlamamışım. Ben uçağa binmeye beklerken 1 saat rötar yazısını panoda gördüm. Kerem'e dedim benim hosta haber ver, adam boşuna beklemesin. 1 saat geçti, bu sefer de hoop 2 saat rötara döndü pano. Zaten 3 saattir havalimanındayım, her yer de kapanmaya başlıyor olacak iş mi. Akşam 10 da varmayı planlarken varış saati oldu 12. Bir yandan da umarım bu adamların ulaşım araçları gece yarısı da calışıyordur diye düşünüyorum. Allahtan kafa çalışıyor, elimde metro ve şehir haritası var, bir şekil gideriz dedim. Uzun bekleyişin sonunda uçak gelmeyi başardı da ben de gezime başlayabildim.
Gereksiz detaylara burda son verip Prag'a geçeceğim. İlk izlenimim gayet olumlu. Güzel bir hava, eski binalar, nehir, kale, güzel yemekler ve her şey deli gibi ucuz. Tek yadırgadığım şey uzun süredir konuşulan dile dair tek kelime bile bilmediğim bir yerde olmamamdı herhalde. 3 gün yeter mi yetmez mi diye düşünüp, arkadaş "mümkün değil" deyince 5 gün kalmaya karar verdimdi ama ilk gün nerdeyse şehrin tamamını dolaştım denebilir.
Sabah erkenden evden çıkıp önce old town'u dolaştım, Manes Bridge'i geçerek kaleye tırmanmaya başladım. Kale oldukça büyük, dolaşmaya başlıyorsunuz, bir bakmışsınız saatler geçmiş. Kilise, şehrin tarihini anlatan sergi, minnacık evlerin olduğu altın yol, resim galerisi diye devam ediyor. Akşamları klasik müzik konseri de izlemek mümkünmüş, sağda solda ilanlara baktıkça Alev'in kulakları çınlamıştır herhalde.
Bu arada Prag'da da öğrenci indirimi 26 yaşına kadar geçerli ama öğrenci kimliğinizi gösterdi mi kimse yaşınızı sormuyor. Bütün müzeleri hiç çaktırmadan gezdim ben de.
Kaleden çıkıp, bu sefer merdivenlerden Charles Bridge e doğru ilerledim. İki ucunda birer kule olan, araç trafiğine tıkalı, üzerinde ressamların, takıcıların ve daha aklınıza gelen her türlü sanatçının takıldığ turistik bir mekan.
Akşam olunca hostumla buluştum, Brezilyalı bir grup arkadaşıyla birlikte önce adını yazmayı başaramayacağım bir parkta, sonra da bir rock barda eğlendik. Ertesi sabah birlikte kahvalti yaparız diye bekliyordum ama sabah 11 sularında karnımın gurultusuna daha fazla dayanamayıp kendimi sokaklara attım. İyiki de öyle yapmışım zira bu latin arkadaşlar öğleden sonraya kadar uyuma yetisine sahiplermiş.
İkinci günü de New Town, sonrasında ulusal müze, ve rastgele ara sokaklarda gezinerek geçirdikten sonra akşam CS meeting i için parka geri döndüm. Prag epey populer bir yermiş, dünyanın her yerinden insan vardı toplantıda.
.....
Devami yakında :)
Lausanne
Gönderen
Denis
/
Comments: (0)
Genelde olayları bir kaç hafta sonra yazmayı başardığım için doğru tarihlerinde post ederdim, ama bu sefer o kadar geriden geliyorum ki şimdiki zamana yazıp doğru tarihleri vermekle yetineceğim.
Oturma iznini beklemekle geçen aylar, üzerine tr gezisi derken ilk yurt dışı gezimizi 17 Temmuz itibari ile Lozan'a yapmayı başardık. Daha önce defalarca dediğim üzere, burası güzel memleket, elinizi çabuk tutarsanız her yere ucuza bilet bulmak mümkün.
Efendim gezimizin anlam ve de önemi Onurcemleri ziyaret etmek.. Gençlerimiz evlendi evlenmeye de ev tutmayı başarmaları biraz uzun sürdü. Ama sonuç oldukça başarılı, müstakilden hallice bir ev, kocaman bir bahçe, bahçenin köşesinden de doğru açıyla baktı mı gölü görmek mümkün. Buraya daha sonra tekrar değineceğim.
Baştan almak gerekirse: uçağımıza atladık, kafayı yana çevirmemle dibimde motoru görmem bir oldu. Tamam gördüğüm en küçük uçak olma ünvanını almıştı zaten ama yıllardır kanadın üstünde yolculuk eden bünyem gördüğü manzarayı yadırgıyor. "Ucuz havayollarıyla seyahat edersen olacağı bu" diyen arkadaşlar için bunun THY ye eş, tarifeli biruçak olduğunu belirtmek isterim. Neyse 1 saat 20dk lık kısa bir uçuş sonunda Cenvere'ye vardık, burdan Lozan'a trenle geçiyoruz..
Gezi boyunca en çok dalga geçtiğimiz olay Kerem'in havanın içine etmesi olduğuna değinmeden geçmemek lazım. Haftalardır günlük güneşlik ve 30 derece olan Lozan da nedense 3 gün boyunca sağanak yağmur yağdı. Kendisi her ne kadar reddetse de gerek diğer gezileri gerekse daha önceki Lozan çıkartmalarının hiç birinde gölün karşısındaki kocaman dağı görmeyi başaramamış olması onu bir numaralı zanlı yapıyor. (İnşallah kışın kayağa gittiğimizde de tipiye yakalanmayız sayesinde)
Durum böyle olunca ilk gün mangal planları yalan olduğundan şehri dolaşmaya çıktık. Yanıma o gün kamera almayı akıl edemediğimden dolayı bir tane bile gece fotoğrafım yok yanarım yanarım ona yanarım.
İkinci gün Montreaux'a gidelim dedik, hazırda da caz festivali var. Muhteşem havadan dolayı şehir bomboştu, Onur'un geçen sene millete omuz ata ata anca ilerleyebildiğini iddia ettiği sokaklarda biz elimizi kolmuzu sallaya sallaya dolaştık. Konser, sokak sanatçısı falan hak getire. Ama bakın yolda uyanık gençlerimizin başına neler geldi.
Öncelikle bu İsviçre denilen memlekette tren biletleri çok pahalı. 40dk lık yola 20€ falan istiyorlar, hatta ben Zürih'e Seda'yı ziyarete gideyim dedim 100€ yu geçtiğinden (Belçika'dan gidip gelmek daha ucuz valla) kısmet olmadı falan. Oranın yerlisi de 1/2 indirim kartlarını kullanıyor. Nihal'e de gelince almışlar, geçici kartın süresi bitmeden aslı gelmiş, birini biz kullanırız o zaman dedik bileti aldık. Onur'un dediği trende bilet kontrolü var ama kimlik kontrolu yok.
Neyse kondüktör abla geldi, biletlere baktı bana kimlik sorası tuttu. Valla billa gene kerem'in cenabetliği, iki de iki. Ben dedim yok. Teyze saymaya başladı, ehliyet, cık, kredi kartı cık, ne derse cık.. Sanşımıza mı diyim artık ne diyim abla ingilizce bilmiyor, ben fransızca anladığımı çaktırmıyorum, onur arada tercüme yapıyor gibi ama aslında salağa yatıyor. Sonunda kadının kafasını karıştırmayı başardık, bi dk dedi gitti, ben de o arada yanımda ismim yazan ne varsa kaldırdım kaldırmasına ama biz Montrö'ye geldik kadın geri gelmedi. Indik beklemeye başladık, kaçmasına kaçalım diye düşünsek de 1/2 kartı kadında olduğundan sahibini öyle ya da böyle bulur. Artık cezayı kırışırız naapalım diye düşünüyorduk ki, abla bir daha kimliksiz binmeyin diyip indirim kartını yırttı, bizi de serbest bıraktı.
Başka ne yaptın derseniz. Günler sonra havanın açmasını fırsat bilerek mangalımızı yaptık. Bisikletle dolaştık, göle gittik kayığa bindik, parkta oynadık, öğlenlere kadar uyuyup bol bol dinlendik.. IKEA sız da olmaz tabi :) 6 gün sonunda da yuvamıza döndük.
Oturma iznini beklemekle geçen aylar, üzerine tr gezisi derken ilk yurt dışı gezimizi 17 Temmuz itibari ile Lozan'a yapmayı başardık. Daha önce defalarca dediğim üzere, burası güzel memleket, elinizi çabuk tutarsanız her yere ucuza bilet bulmak mümkün.
Efendim gezimizin anlam ve de önemi Onurcemleri ziyaret etmek.. Gençlerimiz evlendi evlenmeye de ev tutmayı başarmaları biraz uzun sürdü. Ama sonuç oldukça başarılı, müstakilden hallice bir ev, kocaman bir bahçe, bahçenin köşesinden de doğru açıyla baktı mı gölü görmek mümkün. Buraya daha sonra tekrar değineceğim.
Baştan almak gerekirse: uçağımıza atladık, kafayı yana çevirmemle dibimde motoru görmem bir oldu. Tamam gördüğüm en küçük uçak olma ünvanını almıştı zaten ama yıllardır kanadın üstünde yolculuk eden bünyem gördüğü manzarayı yadırgıyor. "Ucuz havayollarıyla seyahat edersen olacağı bu" diyen arkadaşlar için bunun THY ye eş, tarifeli biruçak olduğunu belirtmek isterim. Neyse 1 saat 20dk lık kısa bir uçuş sonunda Cenvere'ye vardık, burdan Lozan'a trenle geçiyoruz..
Gezi boyunca en çok dalga geçtiğimiz olay Kerem'in havanın içine etmesi olduğuna değinmeden geçmemek lazım. Haftalardır günlük güneşlik ve 30 derece olan Lozan da nedense 3 gün boyunca sağanak yağmur yağdı. Kendisi her ne kadar reddetse de gerek diğer gezileri gerekse daha önceki Lozan çıkartmalarının hiç birinde gölün karşısındaki kocaman dağı görmeyi başaramamış olması onu bir numaralı zanlı yapıyor. (İnşallah kışın kayağa gittiğimizde de tipiye yakalanmayız sayesinde)
Durum böyle olunca ilk gün mangal planları yalan olduğundan şehri dolaşmaya çıktık. Yanıma o gün kamera almayı akıl edemediğimden dolayı bir tane bile gece fotoğrafım yok yanarım yanarım ona yanarım.
İkinci gün Montreaux'a gidelim dedik, hazırda da caz festivali var. Muhteşem havadan dolayı şehir bomboştu, Onur'un geçen sene millete omuz ata ata anca ilerleyebildiğini iddia ettiği sokaklarda biz elimizi kolmuzu sallaya sallaya dolaştık. Konser, sokak sanatçısı falan hak getire. Ama bakın yolda uyanık gençlerimizin başına neler geldi.
Öncelikle bu İsviçre denilen memlekette tren biletleri çok pahalı. 40dk lık yola 20€ falan istiyorlar, hatta ben Zürih'e Seda'yı ziyarete gideyim dedim 100€ yu geçtiğinden (Belçika'dan gidip gelmek daha ucuz valla) kısmet olmadı falan. Oranın yerlisi de 1/2 indirim kartlarını kullanıyor. Nihal'e de gelince almışlar, geçici kartın süresi bitmeden aslı gelmiş, birini biz kullanırız o zaman dedik bileti aldık. Onur'un dediği trende bilet kontrolü var ama kimlik kontrolu yok.
Neyse kondüktör abla geldi, biletlere baktı bana kimlik sorası tuttu. Valla billa gene kerem'in cenabetliği, iki de iki. Ben dedim yok. Teyze saymaya başladı, ehliyet, cık, kredi kartı cık, ne derse cık.. Sanşımıza mı diyim artık ne diyim abla ingilizce bilmiyor, ben fransızca anladığımı çaktırmıyorum, onur arada tercüme yapıyor gibi ama aslında salağa yatıyor. Sonunda kadının kafasını karıştırmayı başardık, bi dk dedi gitti, ben de o arada yanımda ismim yazan ne varsa kaldırdım kaldırmasına ama biz Montrö'ye geldik kadın geri gelmedi. Indik beklemeye başladık, kaçmasına kaçalım diye düşünsek de 1/2 kartı kadında olduğundan sahibini öyle ya da böyle bulur. Artık cezayı kırışırız naapalım diye düşünüyorduk ki, abla bir daha kimliksiz binmeyin diyip indirim kartını yırttı, bizi de serbest bıraktı.
Başka ne yaptın derseniz. Günler sonra havanın açmasını fırsat bilerek mangalımızı yaptık. Bisikletle dolaştık, göle gittik kayığa bindik, parkta oynadık, öğlenlere kadar uyuyup bol bol dinlendik.. IKEA sız da olmaz tabi :) 6 gün sonunda da yuvamıza döndük.